Çalakalem

Çalakalem
"Şampiyon" a selam olsun
"Dobrayorum" etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
"Dobrayorum" etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ekim 2015 Cumartesi

Şimdi söz bizde : CEHENNEM SOĞUYANA KADAR AF YOK !!



Bugün 9 Ekim 2015

Tarihi bir gün..

3 Temmuz 2011 günü başlayan ve yakın tarihin en acımasız iftiralarının atıldığı, en vahşi saldırıların yapıldığı, bütün yönleriyle en basit iddiaların en gerçekçiymiş gibi lanse edilerek, her türlü itibarsızlaştırmanın, karalamanın, iftiranın, dökülen gözyaşlarının, çekilen çilelerin, dahası çalılan yılların hukuk nezdinde iade edildiği gün..

2011 sezonunun bütün haftalarında tribünde olan birisi olarak, 3 Temmuz sabahı o meş'um haberi aldığımda ya kendimden şüphe duymuştum, ya da bu iftirayı atanların insanlıklarından..

Çünkü o tarihi sezonun bütün haftalarında, özellikle 18.haftadan sonraki 17 haftada ne ıstıraplar çektiğimizi, bir kornerin, bir taç atışının, bir faul atışının bile heyecanını bütün statla birlikte yaşamış ve son dakikaya kadar tırnaklarımız kemirmiştik adeta..

Hele Gaziantepspor maçını hiçbir Fenerbahçeli unutamaz..

Hüseyin Göçek'in 3 penaltıyı vermediği, 2 kırmızı kartı atladığı o haftanın 95.dakikasında gelen Andre Santos golü sonrası tribünde yaşananlar, eminim ki o maçı canlı olarak statta izleyen herkesin hatıralarındadır, hafızalarındadır..

İşte böylesine çileli ve zor geçen sezonun ardından, analarının ak sütü gibi gelen şampiyonluk sonrası, daha kutlamalar sona ermemişken ortaya çıkan çakal ve sırtlan sürüsü, bugün hepsi ya bir delikte, ya da kaçtıkları ülkelerden Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe davasının kutluluğunu, haklılığını utanmadan, sıkılmadan izliyorlar, çevrelerine "nasıl çaldık bunların 4 yılını ve milyonlarca euro parasını" şeklinde sırıtıyorlar..

Aziz Yıldırım ve arkadaşlarının gözaltına alındıkları günün hemen akabinde "Bu ateş üfleyerek sönmez" derken aslında ateşe "bidon bidon benzin taşıyanlar" da bugün "çaldıkları 2 kupanın" hesabını vicdanlarında yapıyorlar..

Tabi ki vicdanları varsa..

10 Temmuz 2011 sabahı Düzce Topuk Yaylası Tesisleri'ne giderek akın akın sevdasının peşinden, haklı davalarını gür bir sesle haykıran o onbinler, bugün alınan beraat kararının da en büyük müsebbididir..

O onbinler olmasaydı eğer, Fenerbahçe bugün çoktan tarumar edilmişti..

Bunu biz söylemiyoruz, davanın bizzat savcısı Mehmet Berk, yıllar sonra itiraf etmemiş miydi? 

"Biz 2-3 ay sürecek bir dava sandık ama yanılmışız" sözlerindeki itiraf, aslında Fenerbahçe camiasının etle tırnak gibi birbirine kenetlendiğini, bütün iç sorunlarını bir tarafa bırakarak haklılıklarını bütün platformlarda, her türlü vahşete rağmen savunmalarının ne denli bir büyük güç olduğunu bütün dost ve düşmana göstermişti her anıyla..

Çağlayan'da yapılan duruşmalarda onbinlerce insan, saatlerce yağmurun altında, soğukta beklediler..

Çevik Kuvvet polislerinin panzerleri önüne kendilerini attılar..

Biber gazlarını bütün ciğerlerine kadar çektiler, yaşlı-çoluk-çocuk, kadın erkek..

Hep bir ağızdan haykırdılar..

"Cemaatin piçleri, yıldıramaz bizleri" diye..


Yılmadılar da..

Ülkenin Cumhurbaşkanı, Başbakanı bile yıllar yıllar sonra "Biz aldatıldık bu yapı tarafından" derken aslında Fenerbahçe'ye yapılan haksızlığı da bir anlamda deklare ettiler toplum önünde..

Ama bu vahşi ve skandal karar sonrası ellerini oğuşturarak pusuda bekleyenler ise, Fenerbahçe'nin özellikle maddi anlamda güçsüz kalmasına zemin hazırladılar, sebebi oldular..

Borsada kaybedilen milyonlarca değerindeki hisse senetleriyle birlikte, özellikle TFF ve Şampiyonlar Ligi gelirleri, hakları olmadan kasalarına giren sırtlanlara gitti.

Fenerbahçe taraftarı ise bütün bu vahşi saldırılara karşı dik durdu, asla eğilmedi, pes etmedi..

Her platformda haklılıklarını en gür ses ile haykırdılar..

Silivri'ye gittiler 14 Şubat 2012 sabahı, bir sevgililer gününde..

Sabahın o saatinde onbinlerce insan, yüzlerce otobüsle Silivri'de Başkanları ve Fenerbahçe davalarını yanlız bırakmamak adına yollara düştüler..



Yetmedi, bu ülkenin polisi ile, askeri ile karşı karşıya geldiler, getirildiler..

Çünkü, ortam bunu gerektiriyordu, zemin hazırlanmıştı..

Ekranlarda zırlayanlar, meydanlarda hırlayanlar, sokaklarda dırlayanlar..

Hepsi ama hepsi topyekun bir şekilde Fenerbahçe'ye saldırıyorlardı dört bir koldan..


12 Mayıs 2012 akşamı Saraçoğlu'nda yine bu tahrik ve iftiraların sonucu olarak, binlerce insan polisin saldırısına maruz kaldı, ciğerlerine kadar gaz çekti, saatlerce statta mahsur kalırken dışarıda ise onbinlerce insan darp edildi gecenin bir yarısına kadar..

Ülkede canlı canlı bu infazlar yaşanırken, o dönemin Başbakanı ise bir başka takıma "illa da kupa vereceksiniz" talimatını veriyordu ilin valisine, emniyet müdürüne..







Yukarıda görülen resimler, 12 Mayıs 2012 de Saraçoğlu'da yaşanan vahşetin birer hatırlatması..

İşte bütün bu çilelere, bütün bu gözyaşlarına Fenerbahçe taraftarı göğüs gerdi, her ortamda haykırdı haklılığını..

Çağlayan'da, Metris'te, Silivri'de.. 

Ve nihayet "surda bir gedik açılmıştı, mukaddes mi mukaddes."

25 Şubat 2012 günü Asbaşkanlardan Şekip Mosturoğlu tahliye edilmişti..

02 Temmuz 2012 günü ise Aziz Yıldırım..


Gün geldi Kadıköy'de yüzbinlerle yürüyüş düzenlendi, gün geldi "Adalete Fener Yak" kampanyalarıyla imzalar toplanarak yeniden yargılanma talep edildi Ali Koç önderliğinde..

Önce Caddebostan'da, sonra Anıtkabir'de yine yüzbinlerce Fenerbahçeli, yılmadan bir kez daha haykırdı sevdalarını, haklılıklarını..

İlmik ilmik işlendi bu davanın haklılığı..

Bütün kör gözlere inat, sağır kulaklara inat, mühürlü kalplere inat şekilde hem de..

Yılmadan, bıkmadan, usanmadan..

"Ekmeğinizi Fener mi veriyor?" sorularının muhatabı olan birçok insan, o dönemde belki de Fenerbahçe'nin peşinden organizasyonlara gitti diye işinden oldu..

Ama bu insanların inandıkları birşey vardı..

O da, "Fenerbahçe, analarının ak sütü gibi tertemizdi, lekesizdi.."

Fenerbahçe'nin bu kutlu davasındaki çileli yürüyüşüne, yaşına bakmadan  yüzbinler, milyonlar omuz verdi, ses oldu..

Ocak 2014 te ise Yargıtay'ın "Aziz Yıldırım'ın tahliye kararını bozması ve yeniden infaz edilmesi" yönündeki kararı geldi.

13 Ocak 2014 akşam saatlerinde açıklanan bu karar sonrası, tatil için Fransa'da bulunan Aziz Yıldırım hakkında hemen yeni senaryolar üretilmeye başlandı ülke ekranlarında..

"Aziz Yıldırım, alınacak karardan haberi olduğu için önceden yurtdışına çıktı ve gelmeyecek, kaçtı" iftiraları birkez daha atıldı..

Ama Aziz Yıldırım, hemen bu dedidokuduları yalanladı..

"Geliyorum" mesajını büyük bir vakurlukla verdi bu cephenin suratına suratına..

Ama onların utanacak suratları yoktu..

Gecenin 1 inde, yüzbinlerce insan karşıladı Aziz Yıldırım'ı Sabiha Gökçen'de..



Saatlerce süren Sabiha Gökçen'deki bekleyişin sonrasında, gecenin 3 ünde ise Bağdat Caddesi'nde Aziz Yıldırım ile birlikte onbinlerce insan, sistemden ve onun "emirerlerinden" korkmadıklarını yeniden haykırdılar, karanlığın içine içine..

Zorlu ve meşakketli geçen ülke gündeminde Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe davası, önemini korurken bir yandan da bu ülkede 17 ve 25 Aralık devreleri yaşanıyordu..

Yıllardan beri devletin bütün kadro ve bölümlerinde kümelenen malum zihniyet ile birlikte temsilcileri, artık yavaş yavaş deşifre olmuş, iktidar ile ters düşmüşlerdi..

Aziz Yıldırım'ın daha ilk duruşmada söylediği o tarihi sözü "Ne şikesi kardeşim, memleket elden gidiyor" sözünün doğruluğunu, maalesef ki bu ülkeyi yönetenler tam 3 yıl sonra teyit ve kabul ettiler..

Bir zamanlar meydanlarda "Trabzonsporun kupasını almak için ince ince çalışıyoruz" diyen Erdoğan Bayraktar ve mensubu olduğu siyasi partinin diğer bakanları, ne gariptir ki "yolsuzluk" dolayısıyla görevden el çektiriliyorlar, ama Yüce Divan'a ise gönderilmiyorlardı..



Elbette ki Aziz Yıldırım'a yapılanlar unutulmamıştı..

Kısacası "Öküz ölmüş, ortaklık bozulmuştu."

Cemaat ve hükumet arasındaki kavgada mağdur olan binlerce insan da haklarını yeniden aramaya başlamışlardı.

Öyle ki bu ülkenin Genelkurmay Başkanlığını yapmış bir kişinin bile "terör örgütü kurmak ve yönetme" iddiası ile cezaevinde yattığı 3 yılın hesabını, yine aynı şekilde Ergenekon, Balyoz, ODA TV ve daha nice diğer davalardaki mağdurların da haklarını arayabilecekleri günleri yaşıyordu Türkiye..

Bu kişilerin içerisinde Aziz Yıldırım ve 3 Temmuz mağdurları da olacaktı elbette ki..

Öyle de oldu..

Yeniden yargılanma ve Özel Yetkili Mahkemelerin lağvedilme kararının alındığı gün, aslında bir milattı..

Dönemin iddia makamındaki savcılarından Mehmet Berk, önce Küçükçekmece'ye, daha sonra da evine, Zekeriya Öz ise önce Bolu'ya, sonra da yurtdışına kaçmakta bulmuştu çareyi..

Ama, zamanında "delilleri karartma ihtimali var" iddiasıyla tam 1 yıl, hasta haliyle zindana tıktıkları Aziz Yıldırım, büyük bir gururla İstanbul sokaklarını arşınlarken, O'na bu zulmü reva görenler kaçmışlardı..

Kaderin garipliği de bu olsa gerek..

Yeniden yargılanmanın başlamasıyla birlikte, aslında ortaya konması gereken delillerin hepsinin birer palavra, gazete kupürü olduğu da ortaya çıkmıştı.

3 Temmuz döneminin TFF e yöneticilerinin, mahkemeye zorla getirilmesi kararı verilmişti..

Fenerbahçe'nin hakkı olmasına rağmen Şampiyonlar Ligi'ne göndermeyerek hem maddi hem de manevi yönden büyük zararlara uğramasına sebep olan, 1 yıl sonra ise Galatasaray'ın CEO'su görevine getirilen Lütfü Arıboğan'ın mahkemeye zorla getirilmesi de bu davanın unutulmaz anekdotları arasındadır..

3 Temmuz döneminde UEFA Genel Sekreteri'ne birifingler vererek Fenerbahçe'nin men edilmesine sebep olan Lütfü Arıboğan, ne gariptir ki 4 yıl sonra söylediklerini ve yaptıklarını inkar ederek, "aslında bu davada gerçekleşen bir şike olmadığını, kendisinin de gazete haberlerini dikkate aldığını" büyük bir pişkinlikle itiraf etmişti.

Ama olan, Fenerbahçe'nin çalınan yıllarına, leke sürülmek istenen mazisine, değer kaybeden maddi varlıklarına olmuştu..

3 Temmuz döneminde ekranlarında büyük bir pişkinlik ve aymazlıkla her akşam saatlerce canlı yayın yaparak Fenerbahçe'yi suçlayanlar ise, yine yıllar sonra aynı ekranlardan "Aslında Fenerbahçe'nin o dönemde önünü biz kestik, yoksa Galatasaray ile arasındaki uçurum açılacaktı" itirafını da hiç utanmadan yapacaklardı..




İşte bütün bu yaşananlarla birlikte, Türkiye'de görev yapan ve gerçekten vicdan sahibi olan hukuk mensubu insanlar da Aziz Yıldırım'a aslında büyük bir haksızlık yapıldığını, ortaya çıkan yeni bilgilerle birlikte bu haksızlığın giderilmesi gerektiğini de artık yüksek sesle dile getirmeye başlamışlardı..

Bugün mahkemenin verdiği beraat kararı, aslında sistemin kendisini inkar etmesiyle birlikte Fenerbahçe'nin haklılığını da ikrar etmesidir..

Ve bu beraat kararı, Fenerbahçe taraftarının camiasıyla birlikte tek vücut olmasının getirdiği bir sonuçtur, bir zaferdir..

Cemaat denilen olgunun bu devlet içerisinde yapılanmasına müsaade edenler, veya bu yapının kötü niyetli insanlar elinde oyuncak olmasına göz yuman, zamanında beraber aynı kulvarda at koşturmalarına rağmen, "çıkarlarının çakıştığı" anda ters düşmelerinden kaynaklanan kavgada telef olan, zarar gören masumların hesabını kim verecek şimdi?

Hani o "kısa çöpün uzun çöpten hakkını alacağı" o gün var ya..

İşte o gün, bütün Fenerbahçeliler haklarını alacaklardır, almak için sıraya gireceklerdir..

Bizler, o güne iman etmiş insalarız elhamdülillah..

Şimdi söz sırası bizde..

Ve de bu satırlar, Fenerbahçe Spor Kulübü Yönetim Kurulu'na..

3 Temmuz sürecinden bu güne kadar yaşanan bu vahşi ve planlı saldırılar karşısında yılmadan, geri adım atmadan, her türlü zorlamaya ve cepre karşı duran, sırasında jop yiyen, biber gazı yiyen, yaşlısı genci bütün taraftarlarıyla birlikte tek vücut olan Fenerbahçe camiasının haklarını korumak, artık sizin boynunuzun borcudur..

Namus borcunuzdur bu borç.

CAS davası sürecinde olduğu gibi "ülke menfaatleri gereği" eğer ki bu davanın tazmini konusunda geri adım atarsanız, bilesiniz ki bu ülkedeki bütün Fenerbahçelilerin iki eli, iki cihanda da iki yakanızda olacaktır.

Ve şunu asla unutmayın..

"Cehennem soğuyuncaya kadar af yok."



22 Ocak 2014 Çarşamba

"Hoşgeldin yiğidim"



Bir Temmuz sabahı başlamış sanıldı aslında herşey.

Düzmece raporlar, uyduruk belgeler, sonradan itiraf edilen “iftiralar” yapıştırılan yaftalar, akılalmaz uygulamalar, “bu da olur mu” dedirten açıklamalar ve beyanatlar,

Herşey ama herşey, bir rüyadan uyandırmıştı bir Temmuz sabahı Aziz Yıldırım ve bütün Fenerbahçelileri.
Bütün bu uygulamaların devamında geliştirilen “suç teknikleri” ve oluşturulan “örgütler” aslında uyduruk birer senaryodan ibaretti.

Tape tape dediler, kendi tapelerini görmezden geldiler.

Bizler o zaman “masumiyet karinesi” derken, onlar “o da ne ola ki?” dercesine müstehzi bakışlar ve küstah tavırlarla ekranlarda gerdan kırdılar.

Ama takdir-i ilahiye bakın ki 17 Aralık’tan sonra dillerine pelesenk ettiler bu masumiyet karinesini.
“Bakanlar” bakmayanlar, herkes tutturdu bir masumiyet karinesi diye.

Şimdilerde harıl harıl yasa değiştirmekle meşguller.

Onbilmem kaçyıldır, üstelik te haklarında ne ufak bir kovuşturma bile yokken, bunun iması bile yapılmamışken gittikleri ülkelerden, güzel ülkemi idare etme cihetine gidenler varken bu ülkede;

Yine açılan veya açılması muhtemel davalara muhatap olmamak için, göz göre göre veya gizliden, ihmaller neticesinde veya taammüden, şu veya bu yollardan ülke dışına çıkanlar varken bu ülkede;

Herşeyi bahane ederek sokağa çıkanların yaptığı nümayişlerde biat yeminleri edilirken, taptıkları ve tapındıkları liderlerinin ayak izlerine yüz sürenlerin olduğu, insanlığın birinci kuralının “dik durmak ve doğru bildiğinden ayrılmamak” yani “Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil münker” daha da yani “İyiliği emredip kötülükten men etmek” olduğu ama bu gerçeğin sınırlarına bile ulaşamayan bir çoğunluğun yaşadığı bir ülkede;

Her türlü yolsuzluk ve hırsızlığın artık mübah sayıldığı, en ufak belediye ve devlet hizmetinde bile “bağış” adı altında milyonlarca liranın iç edildiği, ama buna karşılık ta her konu açıldığında “dürüstlerin efendisi” olan “zübükler” varken bu ülkede;

“Şeyh uçmaz mürid uçurur” gerçeğinden hareketle, “haşa” tapındıkları insanların yanlışlarını bile görmeyecek kadar gözleri kör, kalpleri mühürlü, kulakları gerçeğe karşı sağır, hülasa şeyhleri ne yaparlarsa yapsınlar sonsuz teslimiyet ile kendilerine biat eden milyonlar, saygın birer birey olarak anılırken bu ülkede;

Sen;

En tabi insanlık haklarından bile mahrum bırakıldın, mahkum edildin.

Gözaltına alındığın ilk gün, gözaltı evrağındaki ikamet adresine bile “cezaevi adresi” yazdılar.

“Gözaltı” resimlerini basan ve adına gazete denen parçalara, “yılın gazetecisi ve haberi ödülü” verdiler.
Sağlığın onlar için hiç mi hiç değerli değildi.

Ülkenin başına yıllardır bela olan terör illetinin başındakini bile en detaylı sağlık taramalarından geçirdiler ama sen mevzubahis olunca sana bütün imkanlar kapalıydı.

Elinde serum şişesiyle hastane hastane dolaştırdılar. Peşine de onlarca gazeteciyi taktılar.

Dahası da , gözaltı günlerinin ilk evresinde bir-kaç kare resim servis ettiler gazetelere.

“Evinde güya silah bulunmuştu.”

Ve bu silahlarla sana “çete reisi” dediler.

Önce “şikeden” gözaltına aldılar, sonra baktılar ki “şikenin cezası hafif” seni “örgütçülükten” yargıladılar.

O zamanlar senin davana bakan, yıllar sonra ise kendi başına gelen olaylar karşısında açıklama yapan savcının, kendisine atfedilen suç ve belgeler için “Ben, o belgelerin nasıl hazırlandığını gayet iyi biliyorum, bir fatura düzenlemek 2 dakika sürer.” açıklamasını bile görmezden geldiler.

Sesli düşünelim ve şeytanın avukatlığını yapalım.

Sana isnat edilen suçları delillendirmek adına ortaya konan tapeler, belgeler, evraklar da mı aynı Sn. Savcı’nın dediği gibi “2 dakikada hazırlandı?”

Veya bu belgeler de mi tıpkı Sn.Savcı’nın itiraz ettiği gibi “birileri” tarafından servis edildi?

Ez-cümle;

Tatilini geçirmek için gittiğin yurtdışından, hakkındaki mahkumiyet kararının onanmasını öğrenir öğrenmez ülkene dönmek için acele ettin, istesen izini bile bulamazlardı.

Tıpkı senden öncekilerin yaptığı gibi sen de bir ülkede, ömrünün geri kalanını bir elin yağda-bir elin balda geçirebilirdin.

İstesen, bütün teknikleri, bütün takipleri bir araya getirseler yine de seni bulamayabilirlerdi.

Hani “örgüt lideriydin” ya.

O yüzden karalıyoruz bunları.

Ülkenin Başbakanının bile “devlet içerisinde paralel devlet var” diyerek işaret ettiği korkunç tehlike bir kenarda dururken ve “Özel Yetkili Mahkemelerinin” kapatılarak aldıkları kararların tartışıldığı, yeniden yargılanmaların gündeme geldiği güzel ülkemde, senin cezanı aniden onaylayanlar, hangi yangından nasıl bir mal kaçırdıklarını da bu ülke insanına anlatmak zorundalar.

Sen bir siyasi değildin, olmadın da hiçbir zaman.

Ama buna rağmen ülkene döndüğün görüntüler için dünyanın en ünlü haber kanalları, yayınlarını kesti, senin dönüşünü canlı aktardı bütün dünyaya. Bir fenomen oldun onların gözünde de.

Görev yaptığın süre içerisinde dik durdun, eğilmedin, emir almadın, emir vermek isteyenlerle hep mücadele ettin Fenerbahçe ve inandığın değerler için.

İşte bu “dikbaşlılığın” yüzünden sevilmedin.

“Asi” idin.

Siyasi değildin ama istediğin zaman en ünlü siyasileri bile gölgede bırakacak şekilde “kalabalıkları” peşine taktın.

Mahkemelerinin olduğu günlerde binlerce insan, soğuk havaya rağmen Silivri’de, Çağlayan’da saatlerce nöbet tuttu, genç yaşlı, kadın-erkek cop yedi, gaz yedi, tazyikli su yedi.

Ama yılmadı.

Bildiği doğruları, bildiğin doğruları anlatmaya devam etti bu milyonlar.

Şimdi de yurtdışındayken hakkında verilen mahkumiyet kararının onanmasını bile büyük bir vakarla karşılayarak ülkene bir an önce dönmenin yollarını aradın.

Gecenin bir vakti, onbinlerce insan senin için geldiler havaalanına.

Sanki bir ülkenin başbakanı geliyordu. Ki o zamanlar bile istisna.

Sonra Pendik’ten Kadıköy’e uzanan büyük bir kesimde binlerce insan, sevgi gösteri ve gözyaşlarıyla, ama büyük bir gururla bağırlarına bastılar seni.

Haklarını yemediğin için, yedirmediğin için, onları satmadığın için hepsi sana son derece müteşekkir ve minnettar.

Başkaları ülkenin bir başka havaalanına indiği zaman yayınlarını keserek canlı yayına geçen ve adına televizyon denen, haberci denen zer ve zevatlar, ki kısacası biz onlara “zerzevat” diyoruz, sen bu ülkeye geldiğin zaman ve insanlar seni karşılamaya koştukları zaman yine aynı ekranlardan “efendim gecenin bu saatinde trafiği tıkamaya ne gerek var, senin 55.000 kişilik statın var, git orada yap mitingini, programını” diyecek kadar kişilik hak ve hürriyetlerine düşman, ağızlarından kin ve nefret kusmuklarını saçarak dolaştılar dün akşam kanal kanal.

Çekemediler senin büyük kitleleri peşine takarak gelmeni.

Çekemediler senin, “ben haklıyım” demeni.

Ve çekemediler senin “Hakkımızda ferman vermişler, kalem kırmışlar, yatmaya geldik” diye büyük bir gurur ve asaletle kendini yeniden dört duvar arasına girme isteğini.

Çünkü kendilerinin biat ettikleri kişiler, yıllardır bu ülkede “kaçak”

Bütün bu kaçaklara ve köçeklere inat;

“Hoşgeldin yiğidim gönüllere"

"Hoşgeldin yiğidim ülkene"

"Hoşgeldin yiğidim bağrımıza."

4 Nisan 2012 Çarşamba

Bu zihniyete nasıl güveneceğiz?



Ülkemiz, son günlerde çok hassas bir dönemden geçmektedir hiç kuşkusuz ki..
Eğitim konusundaki değişiklikler için yapılan nümayiş ve tartışmalar tazeleğini korurken, toplumda bu değişikliği olumlu karşılayanların bulunduğu kadar aksi yönde görüş bildirenler de mevcut.

Son yıllardaki bazı uygulamaların, yine toplumda büyük tartışmalara yol açtığı gerçeği de önümüzde dururken, özellikle 3 Temmuz tarihinden itibaren kamuoyunda büyük tartışmalara yol açan futboldaki gelişmeler ve paralelinde izlenilen yol, hukuk sistemimizin ne derecede aksaklıklar içerdiğini gözler önüne sermektedir.
Buna paralel olarak bu davada sanık durumunda bulunan kişilerin, 3 Temmuz tarihinden bu yana kamuoyunda nasıl bir linç kampanyasıyla karşı karşıya kaldığını hep birlikte izlemekteyiz, görmekteyiz.

Her gün televizyon ekranlarında çarşaf çarşaf ilan edilen tapelerin, aslında birer “evrak” tan öteye gitmediği, içerikleri incelendiği zaman net bir şekilde görülmektedir. Bununla birlikte üzerinde “gizlilik kararı” bulunan bu dosyanın bütün detaylarının da, en ince ayrıntılarına kadar kamuoyuna sunulması, “sanık durumundaki” kişilerin emniyet sorgusunda çekilen resimlerinin gazetelere servis edilmesi, hatta soruşturma başlamadan önce soruşturma yapılacağı “tüyosunu” sosyal medyadaki köşelerinden kamuoyuna açıklanması, nasıl bir davayla karşı karşıya kaldığımızı bütün detaylarıyla göstermektedir.

Sanıkların Çağlayan’da devam eden yargılamaları esnasında cereyan eden olaylar ise, hiç kuşkusuz ki toplumun büyük kesiminde infiale neden olmaktadır.
24 Şubat 2012 ve 30 Mart 2012 tarihlerinde Çağlayan’daki duruşmaları takip eden Fenerbahçe taraftarlarına karşı, emniyetin takındığı tavır, adeta bu linç kampanyasının sonucu gibi görülmektedir.

Savunmasız çocukların, kadınların, yaşlı genç ayrımı yapmadan bütün bir kitlenin üzerine “biber gazı sıkan” joplayan, hatta “havaya ateş açan” bütün bunlar yetmezmiş gibi taraftarların gözünün içine baka baka en ağır hakaretleri, en ağır tahriklerle birlikte ortaya koyan zihniyet, adeta “Çağlayan Meydan Muharebesi” sergilemiştir.
Bu görüntüler tazeleğini korurken, birkaç gündür kamuoyunda başka bir tartışma yaşanmakta.

Hepimizin bildiği gibi, üniversitelerimizde okuyan gençlerin, farklı spor kulüplerine duydukları sempatiler sonucu, kendi içlerinde örgütlenerek çeşitli organizasyonların içerisine girmekte, kendilerine sunulan “yasal imkanlar” çerçevesinde, bu etkinliklerde yeralmaktadırlar.

Bu oluşumlardan birisi de, Trabzon’da bulunan Karadeniz Teknik Üniversitesi bünyesinde yeralan “KTÜ Ünifeb” tir.

KTÜ, bu ülkedeki köklü eğitim kurumlarından birisidir ve gençlerimiz, kendilerini hayata hazırlama konusunda ülkenin çeşitli vilayetlerinden, çeşitli kültür ve etnik kökenlerinden gelerek bu şehirde kısa süreli de olsa ikamet etmektedirler.

Tıpkı İstanbul’a gelen Trabzonlular gibi, Artvinliler gibi, Erzurumlular gibi, Aydınlı veya ülkenin değişik bölgelerinden gelen vatandaşlar gibi. Aynı zamanda tıpkı Diyarbakır’a giden İzmirliler gibi, Balıkesirliler gibi, Antalyalılar gibi.. Örnekler çoğaltılabilir.

KTÜ bünyesinde öğrenim gören 5 gencimizin, bundan bir süre önce muhtemelen bir sportif müsabakada açtığı “Fenerbahçe atkılarını” bir suç unsuru olarak gören “yöresel provokokatörler” olayı ülke gündemine taşımakta geç kalmadılar.

Hatta daha da ileri giderek, bu 5 gencin boyunlarındaki atkıları alıp, “gereken dersi verenlere de 1 yıllık Avni Aker Stadı kombinesi” hediye etme sözünü vermişler, bu gençlerimizi toplumda hedef haline getirmişlerdir.

Adeta, “katli vacip” fetvası verilerek bu 5 gencimizi, tıpkı 3 Temmuz sürecinde Emniyet sorgularının yapıldığı sırada çekilen resimlerini medyaya servis eden zihniyet gibi kamuoyu önüne sunan bu anlayış, maalesef ki kendisine çok çok farklı bir kesimde görev yapan birimden destek bulmuştur.

Hepimizin bildiği gibi, sosyal medya üzerinde bir çok vatandaşın paylaşımı mevcuttur ve bunda bir kısıtlama yoktur.

Cumhurbaşkanından Meclis Başkanına, Kulüp yöneticilerinden futbolculara, askerlerden polislere kadar herkes, “yasal çerçevede” bu paylaşımları yapabilirler, görüş sunabilirler, yorum yapabilirler.

Bu ülkede birinci görevi, vatandaşın mal ve can güvenliği, namus ve düşünce teminatı, özgürlük ve adalet takipçiliği, haksızlık ve kanunsuzluk önlenmesi olan Türk polisine mensup bir emniyet görevlisi de, yukarıda bahsettiğimiz bu “tahrik edici çağrılara” başka bir tahrik edici ifadeyle destek vererek, kendisi de “bu eylemi videoya çekerek ispat edene” başka bir hediye sözü vermekte bir sakınca görmemektedir.



Daha da ileri giderek, bu 5 gencimiz arasında yeralan ve muhtemelen 19-20 yaşlarındaki bir başka bayan gencimizin de cep telefonu ve kişisel iletişim bilgileri, kamuoyuna servis edilmiş, can güvenliği tehlike altına alınmıştır.
Üstelik te günümüzde sıkça yaşanan “Kadın ölümlerinin” olduğu bir ortamda..

30 Mart 2012 akşamı Çağlayan’da savunmasız ve masum kişilerin üzerine bütün güçleriyle saldıranlar arasında, muhtemeldir ki bu tahriklere katılan ve başka bir tahrik dolu mesaj veren bu emniyet görevlisi de mevcuttur.

Çünkü görev yeri itibariyle, Bayrampaşa Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü olduğu bilinmektedir.




Böylesi bir düşünceyi kamuoyunda paylaşmaktan sakınca duymayan bir emniyet görevlisinin, masum insanların güvenliğini sağlama konusundaki özverisinden de şüphe duymakla birlikte, tam tersine şiddet içerikli eylemlerde bulunmamasının da garantisi yoktur ve olamaz da.

İşte bu ortamda biz Fenerbahçe Gönüllüler Derneği olarak aşağıdaki soruları, başta İstanbul Valisi Sn.Hüseyin Avni Mutlu ve Emniyet Müdürümüz Sn. Hüseyin Çapkın’a sormaktayız:

1-Bu polis memuru hakkında nasıl bir yasal süreç başlatılmıştır?

2-Bu zihniyeti kamuoyuna sunmakta bir sakınca görmeyen bu polis memurunun da aralarında bulunduğu Çevik Kuvvet biriminin, toplumsal olaylardaki tarafsız görev yapma duygusu nedir?

3-Özellikle Çağlayan’da duruşması yapılan Sn. Aziz Yıldırım ve diğer sanıkların duruşmalarını takip eden Fenerbahçe taraftarlarına karşı yapılan şiddet içerikli polis gösterilerinde, bu düşüncenin etkisi nedir?


4-Bundan sonra biz Türk vatandaşları, birinci görevi vatandaşın mal ve can güvenliğini korumakla mükellef olan bu zihniyetteki emniyet güçlerine nasıl ve hangi ortamda güveneceğiz?

Yine biz Fenerbahçe Gönüllüler Derneği olarak, KTÜ’de yaşanan bu skandalı Türkiye gündemine taşımayı bir görev kabul ediyor, bu tahrik dolu mesajı verenler hakkında kamuoyu önünde suç duyurusunda bulunuyor, bu tahrik dolu mesajın muhatabı 5 gencimizin de bundan sonra başlarına gelebilecek en ufak bir olumsuz durumda da sorumlular olarak öncelikle bu mesajı verenler, sonra bu mesaja destek olanlarla birlikte bu mesaj karşısında görevini yapmayan birimler olduğunu kamuoyuna deklare ediyoruz.

Not : Yukarıdaki bildiri, Fenerbahçe Gönüllüleri Derneği aracılığıyla da basına deklare edilmiştir.

27 Mart 2012 Salı

"Adalet abazanları: Neredesiniz?"



Geçen sezon bu zamanlardı..

Karabükspor forması giyen Emanuell Emenike, Fenerbahçe maçı öncesi nükseden ve maç kadrosunda yeralmamış, bunun üzerinde de bu ülkedeki "adalet abazanlarını" ayaklandırmıştı hatırlanacağı gibi..

"Vay sen nasıl Fenerbahçe maçında forma giymezsin?" diye..

Ortada doktor raporları olmasına rağmen üstelik..

Ve de sadece Fenerbahçe maçıyla alakalı değil, bu maçtan önce oynanan Ankaragücü maçının da ikinci yarısında sakatlandığı için oyundan alınmasına rağmen..

Yani ortada tıbbi bir gerekçe, doktor raporlarıyla ortaya konmasına rağmen..

İşte o Emenike, sezon sonunda Fenerbahçe'ye transfer olmuş, ancak bir tek dakika bile Fenerbahçe formasıyla sahada yeralmadan belki de kulüp tarihine geçmişti..

Sonrasında da "hücrede geçen" birkaç günün ardından, adeta bu ülkeden kaçarak Rusya'ya gitmişti...

Giderken söylediği şu söz de literatüre geçecek türdendi:

"Böylesi bir futbol ikliminde forma giyemem."

Ve de o Emenike'yi Fenerbahçe'ye transfer eden Fenerbahçe Spor Kulübü Asbaşkanı Şekip Mosturoğlu da, hukuk tarihine geçecek bir kararla gözaltına alınmış, Metris'te 8 ay gibi bir süre ailesinden, sevdiklerinden, dahası özgürlüğünden alıkonulmuştu..

"Suçu sabitti"

"Transfer şikesi yapmak."

Halbuki Emenike ile yapılan transfer görüşmeleri, FİFA ve UEFA normlarına göre yapılmış, kulübünün izni dahilinde sezon sonu için bir takım görüşmeler şeklinde cereyan etmişti.

O Şekip Mosturoğlu, daha ilk duruşmada serbest kalarak haklılığını hukuksal olarak ta ortaya koymuştu..

***

Aradan bir yıl geçti..

Geçen yıl "adalet abazası" kesinlenler, şimdilerde pek ortalarda görünmüyor..

Zira sezon başından beri, profesyonellik adına lağvedilen duygular, adeta pazara dökülmüş durumda..

Manisaspor maçı öncesi Yiğit Gökoğlan, Antalyaspor maçı öncesi Necati Ateş, Kayserispor maçı öncesi ise Amrabat, takımlarının kadrolarında yeralmamıştı..

Gerekçe basitti :

"Galatasaray'ın devam eden sezon içerisinde yaptığı transfer teklifleri."

Dahası, Galatasaray ile oynanan maçların hemen öncesinde yapılan transfer teklifleri..

"Tesadüftü belki de."

Tesadüfe bakın ki, gelenek bozulmadı ve bu hafta oynanacak Galatasaray-Orduspor maçı öncesi, sezon başında Galatasaray'dan kiralık olarak Orduspor'a giden Culio ve Stancu'nun maç öncesi takımlarının kadrolarında yeralmayacaklar..

Gerekçe yine basit :

Culio'nun ifadesine göre, "sezon sonunda Galatasaray'a geri dönecek olması."

Oyuncunun ifadesini de, Orduspor Başkanı Nedim Türkmen, kameralar önünde teyit ediyor ve Culio'nun sözleşmesinin feshedildiğini açıklıyor..

Üstelik te ortada Futbol Federasyonu'nun Disiplin Talimatı olmasına karşın..



Ne diyor bu Disiplin Talimatı'nın 60.maddesinin 1.bendi?

"Bir futbolcunun, hukuka ve spor ahlakına aykırı bir şekilde müsabaka hazırlıklarına veya müsabakaya katılmaması ya da katılmasına engel olunması yasaktır."

Devam ediyor talimat;

"Anılan yasağı ihlal eden,

a-Futbolculara 3 aydan 1 yıla kadar müsabakadan men cezası
b-Kulüp yöneticilerine 3 aydan 1 yıla kadar hak mahrumiyet cezası... verilir."

Geçen sezon ortalığı velveleye verenler, bu sezon nedense kabuklarına çekilmiş durumdalar..

Geçen sezon bu ülkede hain derecesine getirilen futbolcular, bu sezon bu ülkede masum gösteriliyor..

Geçen sezon bu ülkede, hemen hergün gazetelerinden adalet adına her türlü adaletsizliği haykıran "kalemşörlerin", bu sezon mürekkepleri kurumuş..

Geçen sezon bu ülkede, hemen her akşam ekranlarında gerdan kırarak "Fenerbahçe futbolcuları ayartıyor" diye beyinleri iğfal edenler, bu sezon nedense namuslarının derdine düşmüş durumdalar..

Üstelik te bütün namussuzluklarına rağmen...

Ve de bu ülkede artık soruşturma dosyaları açılmıyor..

Artık bu ülkede insanlar, transfer şikesi yapmakla suçlanmıyor..

Artık bu ülkede insanlar, etik davranmamakla suçlanmıyor..

Ya ne yapıyorlar?

Nasreddin Hoca misali;

"Yorgan gitti, kavga bitti." diyorlar..

Dalın uykulara, örtün o yorganları üzerinize..

Hiç uyanmamacasına hem de...

Sabiha Gökçen'den mesaj var : "Çağlayan'a gelmeyin !!"



Konumuz, Fenerbahçe Unıversal'in Avrupa Şampiyonu olması değil..

Konumuz, Türkiye'ye uluslararası platformda kazandırılan bir kupa da değil..

Konumuz, Aziz Yıldırım önderliğindeki Fenerbahçe Spor Kulübü'nün, amatör branşlara yaptığı muazzam katkı ve sonrasında kazanılan başarı hiç değil..

Konumuz, Türkiye'deki taraftarın düştüğü ve düşürüldüğü durumla birlikte verilmek istenen mesaj..

Hatırlanacağı gibi birkaç gün önce İstanbul'da toplanan UEFA Genel Kurulu'nda bir konuşma yapan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, açıkça şu mesajı vermişti:

"Kişileri cezalandırın, kurumları affedin."

Yine bilindiği gibi Çağlayan duruşmalarının ikinci perdesi başladı bugün..

Başbakan'ın verdiği mesaj da ortada..

Güzel ülkemde adaletin nasıl gelişeceğini hep berabere bekleyip göreceğiz..

Yine hatırlanacağı gibi 24 Şubat 2012 tarihinde Çağlayan'daki duruşmanın son perdesini takip eden Fenerbahçe taraftarına karşı, polisin yaptığı muamelenin ne kadar sert olduğu bütün kamuoyunda belirtildi..

Gecenin o saatinde sadece Başkan Aziz Yıldırım'ın ve yöneticilerinin lehine tezahüratlarda bulunan taraftara karşı, önce panzerlerle tazyikli su sıkılmış, sonrasında da ayrım yapmadan orada bulunan taraftarlar bir güzel joptan geçirilmişti..

Bugün başlayan Çağlayan duruşmaları öncesinde, dün gece Sabiha Gökçen Havalimanı'nda, Avrupa Şampiyonu olan takımlarını karşılamaya giden taraftarın karşısına çevik kuvvet polisini çıkarmak, çok net olarak söylemek gerekirse, bir gözdağıdır, Çağlayan duruşmaları öncesinde organize olmaya çalışan taraftara verilmiş bir mesajdır..

Zira dün gece Sabiha Gökçen Havalimanı'na bir şampiyon takım inmiştir ve bu şampiyon takımın Türkiye macerasını takip edenler çok iyi bilmektedir ki, alana karşılamaya giden Fenerbahçe taraftarının ekseriyatı, Burhan Felek tribünlerini kendilerine mesken edinen kişilerdir..

Yani sadece takımları şampiyon oldu diye o alana giden kişiler değildir, büyük çoğunluğu futbol maçlarından çok Sarı Melekler'i takip eden gruptur, taraftarlardır..

Ve o taraftarların alandaki amacı, sadece takımlarına sevgilerini göstermektir..

Bu taraftarlar özelinde verilmek istenen mesaj ise çok açıktır..

"Çağlayan'a gelmeyin, sonunuz böyle olur."

Demokratikleşme sürecindeki Türkiye'de yaşanan bu manzara, gerçekten çok düşündürücü ve çok ta ürkütücüdür..

Aynı zamanda bütün planlarını Türkiye'nin imajını düzeltmek ve bu imajı iyi yönde göstermek niyeti doğrultusunda yapan yöneticilerimizin, bu durum karşısında takınacağı tavır da merak konusudur..

Zira dün gece Sabiha Gökçen'de sadece ulusal medya yoktu, Avrupa Şampiyonunu görüntülemek için doğal olarak uluslararası medya mensupları da alandaydı..

Yabancı medya mensupları olmasa bile, günümüz iletişim çağında Türkiye'de bir Avrupa Şampiyonu takımı karşılayan taraftarlara gösterilen şiddet içerikli karşılığın, uluslararası medyada yer bulmaması zaten mümkün değil..

Tekrar başa dönmek gerekirse, hem 24 Şubat 2012 günü Çağlayan'da, hem de 26 Mart 2012gecesi Sabiha Gökçen'de meydana gelen görüntüler, taraftara verilmiş bir mesajdır, gözdağıdır..

Son bir söz de Fenerbahçe Spor Kulübü yönetimine;

"Neredesiniz?"

Zira taraftar, alanlarda, meydanlarda, statlarda, tribünlerde..

Peki siz neredesiniz?

20 Mart 2012 Salı

Geçmişini unutan insan : Ünal Aysal



Buyurmuşlar yine ekselansları;

Hem de ne buyurmak..

Geçmişini unutarak, daha doğrusu o geçmişte yaşanılan olayların vuku bulduğu günlerde fildişi kulelerden şehir manzarası izlemekle meşgul olanlar, şimdilerde "sahaya" indiler..

Göreve geldiği günden bu yana hemen her konuşmasında, özellikle de Fenerbahçe hakkında "dilinin kemiği olmadığını" bir çok defa göstermesine karşın, bazen kendi camiası içerisinde de hedef şaşırtmaktan geriye kalmadı.

Hatırlanacağı gibi ilk önce, "yapay ejderhaların" yaktığı "sun'i ateş" için "üfleyerek sönmez" dedi, sonraları o ateşin aslında, "fanusu olmayan bir kandil" ışığı olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Zira malum ateş, hangi taraftan rüzgar estiyse, o tarafa döndü..

Yine bu ülkede yaşayan her vatandaş, 19 Mayıs 2007 günü yaşanan vahşete yakından tanık oldular..



Tam 19 Çevik kuvvet polisinin yaralandığı, 1 çevik kuvvet polisinin ise gözünün kör olduğu o meş'um günde, bilindiği gibi onbinlerce yabancı madde Ali Sami Yen çimlerinde yerini alırken, sahada da, daha 1 hafta önce İzmir'de şampiyonluğunu ilan etmiş Fenerbahçeli futbolculara karşı acımasızca bir linç hareketi başlamıştı. Maç sonu gözlemci raporlarına göre sahaya atılmadık yabancı madde bırakmayan, "şunu da atayım da gönlü kalmasın bari" mantığıyla hareket eden, "şehrin karşı yakası" mensupları, Sn. Aysal'ın ifadesiyle "çok çok medeni" bir toplulukmuş meğer de haberimiz yokmuş..



Kendi statlarında oynanan bir maçta kendi taraftarını "tribünden atmaktan" imtina etmeyen bu grup, yine geçtiğimiz sezon oynanan Galatasaray-Eskişehirspor maçında da yine kendi taraftarlarından olan bir çocuğun ağır şekilde yaralanmasına neden olmuşlardı. Bilindiği gibi bu olaydan sonra Galatasaray A.Ş. aleyhine de aile tarafından tazminat davası açılarak, olayın vahameti hukuk sahnesine taşınmıştı.

Çok çok eskilere gitmemize gerek yok bu grubun "ne kadar da medeni" olduğunu hatırlamak için..



26 Aralık 2010 tarihinde Florya Metin Oktay Tesisleri'nde oynanan Galatasaray-Fenerbahçe U17 Ligi maçında, sahaya giren "medeniler" henüz gözleri renkleri bile ayırt edemeyen 16 yaşındaki bebelere tekme tokat dalara bir güzel "medeniyetten" örnekler sunmuşlardı..



Yine TT Arena Stadı'nın ilk açıldığı maçtan sonra kale arkası tribünleri koltuklarının kırılarak sahaya atılması da aslında bir "medeni gösteriydi." De biz bilmedik, Bay Başkan hatırlattı sağolsun..

Türk futbol kamuoyu maçların her türlüsünü ne garip bir "tesadüftür ki" hep "Şehrin diğer yakasında" gördü..

Mesela "sulu maç" oynanır da "rakısız maç" oynanmaz mı?

Demeyin..

Oynandı bile..



18 Mart 2011 tarihinde TT Arena'da oynanan Galatasaray-Fenerbahçe maçının 90+4. dakikasında kale arkasından Fenerbahçe kalesi önüne atılan "rakı şişesi" aslında o günlerde ne kadar çok "efkarlı olduklarının" da bir işaretiydi de biz anlamamıştık, şimdilerde hatırlıyoruz..

Ve bunları yaşayanlar da yaşatanlar da sağolsun hep aynı grup..

Bizler, bu olayların yaşandığı günlerde ne kadar da garipsemiştik halbuki yaşananları..

Ama nereden bilebilirdik ki bütün bu olaylar, meğer bir "medeniyetin" tezahürüymüş..



Bizlere uzak, ama onların sürekli yaşadığı medeniyetin..

Elbette ki Bay Başkan Aysal, bazı söylemlerinde haklı..



Fenerbahçe taraftarı, kendi taraftarını yakalamak için daha çookkk mesafe katetmek zorunda..

Ama işte yukarıda çok çok kısa örneklemelerde bulunduğumuz şekliyle yaşanan bazı olayları da hatırlayınca, bizler bu isteği düşünmeden şu şekilde cevaplandırıyoruz:

"Aman kalsın."

Sizler, belki geçmişinizi unutmuş olabilirsiniz ancak bizler, balık hafızalı değil, tam tersine fil hafızalıyız..

Asla, ama asla unutmayacağız..

Unutturmayacağız da..

Bütün aymazlıklarınıza rağmen hem de..

28 Şubat 2012 Salı

Ünal Aysal hakkındaki iddialar (Biz, onların yalancısıyız)



Bu blog, yaklaşık 2.5 yıldır yayında..

Takip edenler çok iyi bilirler ki, blogta yayınlanan yazı ve yorumların tamamı, bize aittir, bugüne kadar tek bir satır bile başka bir kaynaktan alıntı yapmadık..

İlk defa böyle bir durum oluşuyor..

Sabah Gazetesi'nin 06.03.2004 tarihli sayısında şöyle bir haber yeralmış..

Habere konu olan, şimdilerin Galatasaray Kulübü Başkanı Ünal Aysal..

O dönemlerde belki bu haber pek kimsenin ilgisini çekmeyebilirdi, çekmemesi de normaldi.. Hatırlatalım dedik..

Haberde ilave yok, çıkartılan durum yok.. Ne yazmışlarsa o..

Yani biz, onların yalancısıyız..

Sabah Gazetesi'nin yani..

Buyrun o halde, birlikte okuyalım..

Yorum sizin..

***



Değirmenin suyu

Sürpriz finansör Ünal Aysal'ın Galatasaray'a akıttığı 15 milyon doların kaynağı, Sayıştay'a göre, "fahiş fiyatla elektrik satışı"

Galatasaray Kulübü'nü AIG'yle olan borç krizinden çıkaran ve 15 milyon doları cebinden ödeyerek Sportif A.Ş'ye ortak olan Ünal Aysal, bu operasyonuyla bir anda kamuoyunun en merak ettiği kişilerden biri oldu.

DEVLET "FİYATI İNDİR" DİYOR, O YANAŞMIYOR

ÜNAL Aysal, "yap-işlet-devret" modeliyle kurduğu doğalgaz santralından devlete 10 cent gibi yüksek fiyatla elektrik satıyor. Enerji Bakanlığı "Size aşırı para ödüyoruz. Gelin bunu düzeltelim" diyor ama Aysal kabul etmiyor.

SAYIŞTAY: 872 MİLYON DOLAR ZARAR VERDİ

SAYIŞTAY raporuna göre, yatırım tutarının şişirilmesi ve elektrik fiyatının yüksek tutulması nedeniyle Aysal'ın şirketi, kamuyu altı yılda 872 milyon dolar zarara uğrattı. Ünal Aysal'a gelen para hemen döviz olup yurt dışına uçuyor.

***

Devlete pahalı elektrik satıyor

Sıkıntılı günler geçiren Galatasaray'ın AIG ile ipleri koparmasını sağlayan 14.6 milyon doları veren işadamı Ünal Aysal, Türkiye'nin gündemine oturdu Türkiye'ninn ilk doğalgaz çevrim santrallerinden birini kuran Aysal'ın, devlete çok yüksek fiyattan elektrik sattığı biliniyor. Zaten Aysal da bunu kabul ediyor.

AIG ile iplerini koparan Galatasaray'a ihtiyaç duyduğu paranın 14.6 milyon dolarlık kısmını cebinden çıkarıp veren, kalan 9 milyon dolar için de garantör olan işadamı Ünal Aysal, bir anda Türkiye'nin gündemine oturdu. 1972 yılında Türkiye'yi terk ederek Belçika'ya yerleşen Aysal, enerji piyasası çevreleri ve Galatasaray Camiası'nda az çok tanınıyor. Galatasaray kulislerinde konuşulanlara göre, Aysal, mevcut yönetime nakit para sağlayıp, ekonomik rahatlama imkanı tanımasına rağmen, kongrede Özhan Canaydın'a karşı Mehmet Cansun'u destekleyecek. Ancak şimdi kulislerdeki söylentilerden çok Aysal'ın servetinin kaynağını merak ediyor. Galatarasay'ın ihtiyaç duyduğu paranın 14.6 milyon dolarlık kısmını kredi almadan, tamamen kendi kaynaklarından karşılayan Aysal, Türkiye'deki Uni-Mar Doğalgaz Çevrim Santrali ve turizm yatırımları ile de tanınıyor. 1996 yılında Türkiye'nin ilk özel elektrik santrallerinden biri olan Uni-Mar'ı Belçika, Japon ve İngiliz konsorsiyumu ile inşa eden Aysal, bu projelerin ardından da Ortadoğu'da dört adet elektrik santrali ile İran'da da bir santral kurdu.

ENERJİ SEKTÖRÜNÜ SEVİYOR

ENERJİ, Aysal'ın özel ilgi alanlarından biri. Ancak özellikle Türkiye'de yap-işlet-devret modeliyle kurduğu Uni-Mar Doğalgaz Çevrim Santrali, aynı dönemde devreye giren diğer üç santralle birlikte sürekli kamuoyunun gündeminde. Yaklaşık bir yıldır Enerji Bakanı Hilmi Güler, alım garantili yap-işlet- devret santrallerinin sahipleriyle fiyatın düşürülmesi için pazarlık yapıyor. Ancak onlar, "arkamızda uluslararası finans kuruluşları var. Onları ikna edemeyiz" diyerek fiyat indirmeye yanaşmıyor. 'Buy out', tahkim söylentileri havada uçuşuyor. Bu santral sahiplerinin arasında Aysal da bulunuyor. Uni- Mar'ın bu yılki satış tarifesinin 10 cent civarında olduğu biliniyor. İddialara göre Aysal devletten aldığı enerjinin bedelini de Türkiye'de tutmuyor. Hemen dövize çevirip yurtdışındaki şirketine aktarıyor. Aysal, doğalgaz alıyor elektriğe çevirip devlete satıyor. Devlet ihtiyacı olsa da olmasa da 20 yıl boyunca Aysal'dan elektrik almak zorunda. Çünkü yapılan sözleşmede devlet yatırım karşılığında "alım garantisi" veriyor. Üstelik şirketin belirlediği fiyattan. Diyelim ki santralde kullanacağı doğalgazı 4 cente alıyor. Üstüne işletme maliyeti ve yatırım bedelini de ekleyen Aysal, devlete elektriği 10 centten satıyor.

'EVET, PAHALI SATIYORUM'

DEVLET bir yandan ucuz fiyat için üretici firmaları ikna etmeye çalışırken diğer yandan Sayıştay, Hazine gibi kurumlar olayın vahametini gösteren raporlar hazırlıyorlar. Raporlarda sürekli söz konusu santrallerin devlete nasıl pahalı elektrik sattığı anlatılıyor. Gerçi Aysal, daha önce verdiği bir röportajında da "Evet, devlete elektriği pahalı satıyorum" diye itirafta da bulunmuş, bu durumun sebeplerini de şöyle sıralamıştı: "1992 yılında bu santrallerin yapımı gündeme geldiğinde Türkiye'nin şartları çok farklıydı. O sırada birinci öncelik yabancı sermayeyi bu sektöre getirmekti. Ama o zaman idareciler, pahalı elektrik alma gayesi ile değil eşantiyon gibi pahalı da olsa yabancı grupları bu alana sokmak istiyorlardı. Resmen eşantiyondu yani. Çünkü o dönemde yabancı sermaye Türkiye'ye negatif bakıyordu. O sırada biz dolar bazında yüzde 12 faizle kredi bulduk ve bu da yatırımın maliyetini artırdı."

BU NASIL KAZANÇ?

AYSAL, kendini böyle savunsa da Sayıştay'ın henüz resmi olarak yayımlanmayan ancak başta Enerji Bakanlığı olmak üzere tüm kurumlara gönderdiği Yap-İşlet-Devret santrallerle ilgili taslak raporunda zehir zemberek tespitler yer alıyor. Sayıştay öncelikle Uni-Mar'da yatırım bedelinin şişirildiği görüşünde. Raporda bu şöyle ifade ediliyor: "Fizibilite raporunda 202 milyon dolar, imtiyaz sözleşmesinde 235 milyon dolar, DİE'ye 98.8 milyon dolar bildirilen yatırım tutarı, 70 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir. Şirketin 1996-2001 yılları arasında kullandığı dış borç kütüğüne kayıtlı olan 409 milyon dolar tutarındaki kredinin, 383 milyon dolarlık kısmı yatırım için kullanılmamıştır. Şirketin 5. yılda dolar bazında yıllık kazancı yüzde 30'a çıkmaktadır. Bu marj kabul edilemeyecek kadar yüksektir. İlkin 6.51 cent/kwh olarak belirtilen enerji birimi fiyatı, 7.91 olmuştur. Tüm bu uygulamalar sonucunda 6 yıllık işletme döneminde uğranılan kamu zararının, 2003 yılı sonu itibariyle değeri 872 milyon dolar olmuştur. Devlet, 6 yıllık işletme süresi içinde santralın yatırım tutarının 12.5 katı kadar zarara uğramıştır." Sayıştay bu tespitleri yaptıktan sonra santralin daha ikinci yılın başlarında yatırımda kullandığı özkaynağın tamamını geri aldığının da altını çiziyor. Ardından da şu öneri yapılıyor: "2002 değeriyle ödenen 451 milyon dolar tutarındaki fazla ödemenin tahsili yolları aranmalıdır."

Polisten tokat yiyince Belçika'ya yerleşti

ÜNAL Aysal, 1972 yılından bu yana Belçika'da yaşıyor. Ancak oraya gidişinin ilgniç bir öyküsü de var. 1971 yılında Aysal, Tarabya'daki evinde eşi Ahu Hanım ve minik kızı Ala ile otururken, bir polis aracı durmaksınız korna çalmaya başlıyor. Minik kızının korkması üzerine polise "korna çalmaması için ricada" bulunmak üzere aşağıya inen Aysal, sinirli polisler tarafından tartaklanıp önce karakola sürükleniyor ardından hakaret ve dayağa maruz kalıyor. O sırada Ram Dış Ticaret'te parlak bir kariyeri olan Aysal, "Ben burada hiçbirşey yapamam diyerek" tası tarağı toplayıp Belçika'ya gidiyor ve bu ülkeye yerleşiyor.

***

25 Şubat 2012 Cumartesi

"Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes"



Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla, hastasıyla sağlıklısıyla, emeklisiyle emekçisiyle, kısacası bütün birim ve bireyleriyle aylardır direnişlerini sürdüren Fenerbahçe camiası, dün gece Çağlayan'da bu direnişin nirvanasına ulaştı adeta.

Elbette ki çıkan karar, beklentilerin uzağında ancak bu tahliyeler bile, içi zaten bomboş olan bu iddianamenin, artık bir "evrak" tan öteye gitmediğini resmen ortaya koymuştur.

Özellikle Şekip Mosturoğlu'nun tahliyesi, bu davanın tamamen havada kaldığını göstermektedir.

Şekip Mosturoğlu'nun tahliye edilmesi demek, iddianamenin mahkeme heyeti tarafından "reddi" manasına gelir.

Ne ile suçlanıyordu Şekip Mosturoğlu?

1- Örgüt kurulmasına yardımcı olmak, Aziz Yıldırım liderliğindeki suç örgütünün ikinci adamı olmak.

2-Sezer Öztürk ve Emennike'ye şike amaçlı tranfer teklifinde bulunmak.

3-TFF menajerlik sınavı sorularının önceden ele geçirilmesi ve bu soruların para karşılığı adaylara sunulması.

4-Mehmet Şen ile yaptığı telefon görüşmesinde, 2 defa "Tamam" demesi. 11 Mart 2011 tarihinde yapılan bu telefon görüşmesini, iddianadeki şekliyle aynen yazıyorum: (Mehmet : "Şimdi İlhan'la ilgili ... büyük abiye söylemen için söylüyorum bu Ankara... arkadaşa İlhan bişeyler söyledi, strese soktu, ben de büyük abiye açıp ta bunu söyleyemiyorum" Şekip "Tamam" Mehmet: "Ama bunları iletirsen çok memnun olurum büyük abiye, yani Ankara'daki 2 tane arkadaşı bize inanmıyorlarsa biz gerekirse İstanbul'a.. görüş...falan deyip duruyorlar sen bu şekilde söylersen.. büyük abiye, o anlar.. adamlar strese, 3 kişi, 3 kişi diyeceksin." Şekip : "Tamam." (tape 1288)

Bu 2 defa "Tamam" kelimesinin manası, yine savcılık iddianamesinden aynen aktarıyorum, (Mehmet Şen'in Gençlerbirliği takımından şike amaçlı anlaştığı 3 şahsa İlhan Ekşioğlu tarafından söz verilen paranın ödenmemesi konusunu, Şekip Mosturoğlu'nun Aziz Yıldırım'a aktarmasını istediği anlaşılmaktadır.)

Tabi burada "büyük abi" Aziz Yıldırım oluyor haliyle..

Zaten o Aziz Yıldırım yok mu o Aziz Yıldırım?

Kurdu çeteyi, örgütü, yaptı bir sürü insanı üye, şimdi aklanmaya çalışıyor öyle değil mi?

Öylesine bir örgüt ki, ikinci adamı daha ilk duruşmada tahliye oluyor..Nasıl bir örgütse artık? Bari sağlam bir örgüt kursaydı da üflemeyle darmadağın olmasaydı..

Şekip Mosturoğlu'nu yukarıdaki maddelerle 8 aydır içeride tutan güç, ne yazık ki bu ülkedeki hukuk sistemidir. Teminatını anayasamızdan alan ve birinci görevi adalet olan bu sistem, maalesef ki uygulamalarıyla adaletsizliğin en acı ve en trajik kesitlerini sunuyor tarafımıza..

Tahliye olan sanıklardan Cemil Turan'ın da bu iddianamedeki suçlandığı noktalardan birisi, Manisaspor Teknik Direktörü Hikmet Karaman ile şike amaçlı görüşmeler yaptığı, masör Mehmet Yenice'nin de aynı şekilde Gençlerbirliği-Fenerbahçe maçı öncesi Gençlerbirliği futbolcularıyla şike görüşmeleri yapmak için Ankara'ya giderken 100.000 $ para ile yakalanmasıydı.

Böylesine ciddi bir konuda bu kadar gerçeklerden uzak bir iddianameyle bu davanın daha ilk duruşmada fire vereceği zaten belliydi.

Kısacası "dağ fare doğurdu."

Doğurmaya da devam ediyor ve edecek..

Aziz Yıldırım'ın tahliye talebinin reddi ise daha da vahim..

"Delilleri karartmak"

Hangi delil? Kocaman bir soru işareti..

Zaten sunduğunuz bu kadar delilin, daha ilk duruşmada çürütüldüğünü görmediniz mi? Madem elinizdeki deliller bu kadar güçlü, bu kadar sağlam, neden dosya içerisine koymuyorsunuz?

Yoksa Aziz Yıldırım içeride olduğu sürede yeni ve ek deliller mi koyacaksınız dosyaya?

Açıkçası anlaşılır değil..

Ayrıca bir sonraki mahkemede 2000-01 sezonundaki Samsunspor-Fenerbahçe maçından sonra, 2006-07 sezonunda "itiraf" adı altında bir sürü "iftirayı" bir gece yarısı ansızın televizyon ekranlarından dile getiren, ancak daha sonra bu yayının tamamen düzmece bir yayın olduğu belirlenirken adı şaibeye karışan Cihan Oskay ile, hani şu Tümer Metin'in Beşiktaş'ta oynarken "olmayan" Fenerbahçe-Beşiktaş maçında hakeme tükürmesi sonucu kırmızı kart görerek sözümona Fenerbahçe lehine şike yaptığı konusunda savcılığa ifade veren "gizli tanık Poyraz" ın da ifadeye çağrılması konusu var..

Daha soruşturma aşamasında bile yalan veya yanlış ifade verdiği her halinden belli olan, bu yalan ve yanlış beyanları iddianameye giren bir kişinin tanıklığının güvenilirliği ne kadar olacak?

Sonra Mecnun Odyakmaz'ın Trabzonspor için yaptığı konuşma var..

Mehmet Yıldız'a 1.000.000 $ lık yapılan teşvik priminin resmi ağızdan açıklanma durumu var. Ancak mahkeme bu konuda herhangi bir girişimde bulunmasına nedense gerek duymuyor. Yani Trabzonspor cephesi irdelenmiyor.

"Dünkü duruşmadan çıkan karar göstermiştir ki, "fi tarihinde" oynanan Fenerbahçe-Giresunspor maçında çok feci şike yapılmış.."

Neden mi?

Şu anda içerideki isimlere baktığımız zaman Fenerbahçe ve Giresunspor dışında hiç bir kulüp yöneticisi yok, hiçbir teknik adam ve futbolcu yok.

Başkan Aziz Yıldırım'ın savunmasına başlarken kullandığı "Adaletin bir bacağı topal, gideceği yere yavaş ilerler" benzetmesinin ne kadar doğru olduğunu bir kez daha görmekteyiz.

Bütün bu aksaklıklara rağmen Fenerbahçe camiası asla ye'se düşmemeli, asla umutsuzluğa kapılmamalı..

Şimdi daha da fazla kenetlenme vakti, daha da fazla haksızlığın üzerine gitme vakti, daha da fazla vakur olma vakti, daha da fazla davasına ve değerlerine sahip çıkma vakti, daha da fazla "savunma vakti."

Dün Fenerbahçe camiası ve neferleri, 3 Temmuz'da örülen "zulüm ve haksızlık surunda" bir gedik açmıştır. Gerisi de gelecektir..

Üstad ile bitirelim;

"Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes,
Ey kahpe rüzgar, artık ne yandan esersen es"

23 Şubat 2012 Perşembe

Seviyoruz seni, "savunan adam"



Aylardır gönderiyordun mesajlarını "inceden inceye"

"Savunmamı bekleyin" de diyordun açıktan açığa..

Ve konuşmaya başladın "ağzına tıkılan" tıkaçlara inat şekilde hem de..

Aylardır toplumdaki bütün değerleri on pula harcayan, yanlı yayınlarıyla "taraf" olduklarını açıkça belli eden, gerçekler ve itiraflar adına her türlü iftirayı çekinmeden, utanmadan, sıkılmadan, kul ve vicdan hakkından, anayasal ve kişisel haklardan uzak şekilde lime lime eden bu anlayışa karşı, nitekim bu "delilleriyle" konuşmaya başladın..

Kendi uydurdukları yalanlar ve hayali "iddianamelere" kendileri de inanarak bir süre sonra bu yalanları gerçekmiş gibi sunanlar, savunman karşısında şimdi kara kara düşünmekteler..

"Eyvah, biz ne yaptık böyle?" dercesine hem de..

Aslında bu süreçle birlikte bizler de farklı konuları, futbolun o "bilinmez ve görünmez" yönünü bir kez daha yakından izleme imkanı bulduk..

Mesela 2009-10 sezonunun son haftasında Bursasporlu Ozan İpek'in, Trabzonspor kalecisi Onur Kıvrak'ı kastederek "Onur'a Fenerbahçe maçında gol yememesi karşılığında ABD seyahati sözü vermiştim, şimdi bu sözümü yerine getireceğim" şeklindeki canlı yayındaki sözlerini mütebessim bir çehre ve büyük bir olgunlukla izleyenlerin, ne gariptir ki bir yıl sonra bu defa Fenerbahçe'nin son hafta rakibi olan Sivasspor'u kastederek, "Sivas'ın düşme potasından çıkması iyi olmadı" sözlerini sarfettiklerini gördük..

Ve o grubun Sivasspor'a karşı 5.000.000 $ keş parayı nasıl teklif ettiklerini, bizlerden gizlenen "tapeler" eşliğinde öğrendik..

Halbuki bütün iddianame, hazırlanmadan önce çarşaf çarşaf basında yeralmamış mıydı ki?

Senin savunmanla birlikte Fenerbahçe düşmanlığının, bu ülkede nasıl palazlandığını da korkunç bir şekilde kabullendik..

Koca bir çınar olan bu camianın eteklerinde beslenen sülüklerin varlığına bir kez daha şahit olduk veya..

Kendi çıkarları uğruna Fenerbahçe ismi etrafında birleşen "çakalların, kan emicilerin" nasıl bu iddianameyi hazırlayanlar kadar en azılı bir şekilde pusuda yattıklarını izledik geçtiğimiz süreçte..

Rakip tribünlerden gelerek Saraçoğlu tribünlerini yerleşke ilan edenlerin, aslında ne tür bir "ahbap çavuş" ilişkisi içerisinde olduklarını da bir kez daha üzülerek gördük..

Tarihinin her dönemi şan ve şerefle geçen koca bir maziye atılmaya çalışan bu mesnetsiz iftiraların, sahipleri tarafından nasıl komik gerekçelerle delillendirildiğine de şahit olduk zamanla..

Bizler böylesine zor bir süreçten geçerken, pusuda bekleyen ve her türlü durumdan istifade etmeye çalışan "ebedi dostları" da gördük, ellerini ovuştururlarken.. Ve de "üfleyerek sönmeyeceğini" söyledikleri o ateşin altına, nasıl "inceden inceye çıra" koyduklarını bildik, öğrendik, şahit olduk..

Hatta geçmişte, üstelik te bir Şampiyonlar Ligi maçında "asıl şikenin" nasıl yapıldığını bir kez daha hatırladık sayende.. O koca 10 dakika içerisinde yapılan yüzlerce pasın ve topa gitmeyen futbolcuların, nasıl "etik" olduklarını düşündük bir kez daha..

Ve sen..

Bütün bu süre içeerisinde büyük bir olgunlukla, oturmuş olduğun koltuğun bütün sorumluluklarını yerine getirdin..

Seninle birlikte aslında Fenerbahçelilik ruhunu hapsetmeye çalışanlar, gördüler ki aslında seni, "hiç çıkmamak üzere" Fenerbahçelilerin gönlüne hapsetmişler..

Savunduğun değerler uğruna neleri ve kimleri karşına almadın ki?

Mesela bir zamanlar Kulüpler Birliği ile yayıncı kuruluş masasında yaptığın kıran kırana pazarlıklar esnasında kullandığın "Trabzonspor da bu ülkede şampiyon olmuş bir takım, yayın parasından hakkı olanı almalıdır" sözüne karşılık aynı camia tarafından yıllar sonra nasıl da ihanete uğradığını acıyarak gördük..

Yılardır Türk sporundan ve sahalarından uzaklaştırmak adına mücadele verdiğin küfür, etik dışı spor anlayışı, "merdiven altı muhabbeti" kapalı kapılar arkasındaki pazarlıklar, kirli ve iğrenç alışverişlerin, artık günümüz yöneticiliğinden silinmesi uğruna nasıl da yılmaz bir savaşçı olduğunu biliyorduk, bir kez daha tasdik ettik bu söylemlerinle..

Sen orada, sadece Fenerbahçe'yi değil, aynı zamanda bu kokuşmuş ve köhnemiş zihniyete karşı duranların da haklarını savunuyorsun..

Ve bizler;

"Seviyoruz seni, savunan adam"

15 Şubat 2012 Çarşamba

Ne işiniz var sabahın o saatinde?



Yukarıdaki resim, 14 Şubat 2012 günü, sabahın saat 6 sında yollara dökülen ve Silivri'ye giden Fenerbahçe taraftarlarını taşıyan otobüslerin görüntüsü..

Fotoğraf makinasının görüş alanına giren kısmı ancak bu kadar..

Yaklaşık 50 otobüs, yüzlerce özel araçla birlikte Silivri'ye giden, kar-kış, yağmur-çamur demeden, 3 Temmuz'dan bu yana avazı çıktığı kadar haklılıklarını haykıran binlerin resmiydi bu resim..

Kendi kurdukları "korku imparatorluklarının" kumdan yapılmış kalelerine sığınan "Don Kişot" lara karşı onurlu duruşun, kararlı yürüyüşün, yılmaz savunuculuğun, bitmez enerjinin, tarif edilemez aşkın, döndürülemez yolun, "mukaddes yolculuğun kutsal yolcularıydı" onlar..

Hiçbirisi, asla bu yolda hiçbir zaman umutsuzluğa düşmediler..

Hepsi de haklılıklarını biliyorlardı nitekim..

Ve mahkeme salonunda yaşanan diyalogların kararlılıklarıyla, soğuk altında saatlerce bekleyen, "herşeye rağmen adalete inançlarını" yitirmeyen binlerin ayak sesiyle birlikte, yüreklerine korku düşen "müfteriler" şimdi amansız bir şekilde bu güç karşısında kaybettikleri gücün farkına varmış durumdalar..

Aylardır beyinleri iğfal eden, köşelerinden her türlü ihanet ve rezaletin bütün detaylarını sunan, kendi yazdıkları yalanlara bir süre sonra kendileri de inanarak kitleleri peşlerinden sürüklemeye gayret gösteren bu güruh, bugün Silivri'ye akan sevdanın karşısında bir kez daha mağlup olmuşlardır..

Bir kez daha kendilerine sormaktadırlar..

"Aylardır bütün bu yayınlara rağmen, bu insanların, kışın bu vaktinde, sabahın bu saatinde yollarda ne işi var?"

Yine bir 14 Şubat günü Fenerbahçe Spor Kulübü'ne başkan seçilen Aziz Yıldırım'ın, kaderin ne garip tecellisidir ki 14 yıl sonra bir başka 14 Şubat günü bu defa "savunma mevkisinde" olması, belki de içlerini burmuştu binlerin, milyonların..

Yıllar boyunca süren bu kadar çile dolu yürüyüşte, en yakınındaki kişiler tarafından bile zaman zaman acımasızca eleştirilen, zaman zaman ihanete uğrayan Aziz Yıldırım, başkan seçildiği 14 Şubat günü kongre salonundaki delegeler tarafından alkışlanmıştı ancak bugün, milyonlarca bedende atan bir nabız gibidir..

İşte bu sevgi, Fenerbahçe sevgisidir..

İşte bu aidiyet, Fenerbahçe ile birlikte Aziz Yıldırım'da sembolleşen bir aşkın tezahürüdür..

İşte bu yürüyüş, bu kutsal ancak çileli yoldaki yürüyüştür..

Sabahın o saatinde Silivri yollarında kendilerinden geçen bu binlerce kişi, dünya üzerindeki bütün Fenerbahçelilerle birlikte aynı zamanda kendilerine bu haksızlığı reva görenlere karşı da muazzam bir gövde gösterisini, en güzel şekliyle resmetmişlerdir..

Bugün Silivri yollarında sevdasının peşinden koşan bu "sari-laci yürekler" bükülmez bir bilek durumuna gelmişlerdir, Fenerbahçe'nin gücünü bir kez daha dost-düşmana göstermişlerdir..

Bu sevgi karşısında kendi köşelerinde, Silivri'ye gidenlere "ipsiz sapsız, çulsuz-pulsuz" şeklinde halen daha kuduruk şekilde ağızlarından salyalar akıtan "kuduzlara" da aşağıdaki resmi hediye edelim..

Ve ekleyelim...

Çok güvendiğiniz o tapeler, "tıpa oldu mu"